6 Ekim 2014 Pazartesi

EMPERYALİZM VE ULAŞIM / Suay Karaman (Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi)


EMPERYALİZM VE ULAŞIM




Emperyalizm; kapitalist aşamayı geçmiş bir devletin siyasi, askeri, iktisadi, kültürel ve teknolojik anlamda, diğer devletleri sistemli olarak sömürmesi, bunun sonucunda zenginleşmesi, büyümesi, genişlemesi ve gücünü onlara kabul ettirmesidir. Siyasi, askeri, iktisadi, kültürel ve teknolojik emperyalizm bir bütündür. Biri, diğerinin ortam hazırlayıcısıdır, zeminidir. Emperyalist devlet, diğer ülkeleri kendi güdümü altına almak amacıyla ekonomi, hukuk ve siyaset gibi araçların yanında, eğitimden siyasete, gıdadan teknolojiye, spordan medyaya, sanattan edebiyata kadar her yolu kullanır. Böylece toplumun yapısı kısa sürede bozulur. Emperyalist devletler zamanla, değerleri çözülmüş toplumların çürümesi ve çökmesine ortam hazırlayarak onların kendi egemenlikleri altına girmesini sağlar.

Emperyalizm, işini şansa bırakmaz; sabırlıdır, planlıdır. Sömüreceği ülkelerin yöneticilerinden tam teslimiyet istediği için, her şeyi devreye sokar. Geçmişte ekonomik olarak toplumları ele geçirerek, istediklerini yaptırmaktaydı. Bugün daha farklı yöntemler kullanmakta, alt kimlikler ile din ve mezhepleri kendi aralarında kapıştırmaya zorlamaktadır. Böylece önce insanları birbirine düşürür, sonra da bu insanları sorunlarını çözmeye zorlar. Kendisi için bütünleşmeyi ama sömürdüğü toplumlar için ayrışmayı önerir. Emperyalizmin hedefi bölmektir. Bunun için askeri güç, silahlı ya da silahsız işgal gibi her türlü yönteme başvurur. Gençleri sokağa döker, etnik çatışmaları körükler, medyayı yönlendirir, toplumdaki kanaat önderlerini kullanır. Direnebilecek tüm güçlere karşı dolaylı ya da dolaysız şiddeti devreye sokarak, tasfiye eder. Toplum çürüdüğünün, çözüldüğünün, devlet ise çöktüğünün farkına varamaz. Bu süreç sonunda emperyalizmin bir işgali daha tamamlanmış olur.

Emperyalizm çıkarları için sürekli gerekçe yaratır. Yarattığı bu gerekçeleri medya sayesinde allayıp, pullar, yalan haberler yayarak, demokrasi getireceklerini söyler. Günümüzde emperyalizm bir ülkeyi ele geçirmek istiyorsa, önce o ülkede bir isyan başlatır, sonra ‘kan akıyor’ diyerek müdahale eder. Müdahale edilecek ülkelerde petrol, doğalgaz gibi stratejik yeraltı zenginlikleri varsa, operasyon ‘uluslararası toplum’ adına yapılır. Emperyalizm, bugüne kadar hiçbir ülkeye barış, demokrasi, özgürlük götürmemiştir. Emperyalist ülkeler, başta ABD olmak üzere, yıllar boyunca dünyanın her yanındaki diktatörlüklerihem ekonomik, hem de askeri açıdan desteklemiştir.

Savaşların bile kendi içinde bir ahlakı vardır ama emperyalizmin ahlakı yoktur; ahlaksızdır, namussuzdur, vicdansızdır. 1980’li yıllarda eskiyen emperyalizmin adına, yenidünya düzeni, küreselleşme, globalleşme gibi isimler takıldıysa da, günümüzde halen emperyalizm, emperyalizm olarak bilinmektedir. Mazlum ülkelerin, ulusallığın ve yurtseverliğin en büyük düşmanıdır.

‘Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları’ kitabının yazarı John Perkins, emperyalizmin ulaşım konusundaki girişimini şu şekilde özetlemiştir: Kendi otomobilini üretemeyen ülkeye borç verip otobanlar yaptırırız. Sonra onlara arabalarımızı satarız. Sonra bankalarını satın alırız. O bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız. Böylece verdiğimiz o krediyi arabamızı satarak geri alırız, hem de faiziyle. O ülkeye Dünya Bankası ya da kardeş kurumlardan kredi ayarlarız.

Ayarlanan kredi, ‘asla’ o ülkenin hazinesine gitmez. O ülkede ‘proje‘ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer. Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, dev havayolları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton. Bizim şirketlerimiz kazanır o ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten hiçbir şey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu; o kadar büyük bir borçtur ki, ödenmesi imkansızdır.

Plan böyle işler. Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki; "Bize büyük borcunuz var ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü satın, doğal gazınızı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin, askerlerinizi birliklerimize destek olmadları için savaştığımız bölgelere gönderin, Birleşmiş Milletler’de bizim için oy verin! Elektrik, su, kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çokuluslu şirketlere satın.” Sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri ele geçiririz. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbeler serisidir.

Ekonomik tetikçiler, yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Dünya Bankası, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı ve diğer yabancı "yardım" kuruluşlarından büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin tabîi kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdeki küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır. Nereden mi biliyorum; ben de bir ekonomik tetikçi idim.

Dünyamızı kimler yönetiyor? Kirli aileler, kirli şirketler. Kalkındırma yalanı altında milyarlarca dolarlık şişirilmiş projeler ve bu projeleri 'bilimsel' gösteren, üniversite kitaplarına bile geçmiş raporlar, teoriler. Maalesef bu kez komplo değiller! Hedef ülkeler, hedef yöneticiler; ya satılacaklar, ya da ölecekler. Hepsi yaşanmış, hepsi gerçek. Yöntem çok, amaç tek: Şirketokrasi ile yönetilen "küresel imparatorluk”1

Emperyalizmin ülkeleri ekonomik olarak ele geçirme işlevinde, ulaşım büyük bir rol oynamaktadır. John Perkins, bu durumu açık şekilde anlatmıştır. Bu durum, ülkemiz için de geçerlidir.

Ulaşım için yola olan gereksinim insanlık tarihi kadar eskidir. Dünyada ilk araç yolu İ.Ö. 3500 yıllarında tekerleğin bulunmasından sonra Mezopotamya’da yapılmıştır. İlk taş kaplamalı yol ise İ.Ö. 1500 yıllarında Girit adasında yapılmıştır. Anadolu toprakları üzerindeki yol serüveninin başlangıcı ise İ.Ö. 2000’li yıllara dek uzanır. Anadolu’da yaşayan Sümerler, Akadlar, Babil ve Asur devletleri, Anadolu ve Mezopotamya üzerinde birçok askeri yol açmış ve bunları ticari amaçlar için de kullanmışlardır.

Osmanlılar döneminde ise, 1830’lu yıllara kadar yol politikalarının temelini fetihlere dayalı gereksinmeler oluşturmuştur. Gerektiği zaman askerler ve köy halkı yol yapımında çalıştırılmış ve yapılan bu yolların bakım ve onarım masrafları vergilerle karşılanmıştır.2

1839 yılında Tanzimat Fermanı sonrasında, Osmanlı Devleti’nin ulaşım - yol politikası ana hatlarıyla bugünün yol politikaları ile benzer çizgiler taşımaktadır. Her ikisinin belirtici özelliği, yabancı sermayenin yönlendiriciliğinde ve ülke gereksinmeleri ve çıkarları ile ekonomik yararlılık gözetilmeden oluşturulmuş olmalarıdır. Tanzimatçılar, daha sonraları ekonomik kalkınmayı sağlamak için demiryolları inşa etmek gerektiğini savunmuşlardır. Bu amaç için İzmir-Aydın, İzmir-Manisa ve daha sonra Denizli, Afyon, Eskişehir, Bandırma’ya uzanan hatlar ile Mersin-Yenice-Adana-Fevzipaşa-İskenderun demiryollarınınyapımına girişilerek, hammadde ve tarım ürünlerinin gerek ülke içinde, gerekse Avrupa’da dolaşımı sağlanmıştır.3

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise, ulaşım politikası iki farklı dönemde gelişme göstermiştir. Birincisi, 1923 ile 1950 yılları arasındaki ‘demiryolu’ ağırlıklı dönem, ikincisi ise 1950 yılından günümüze kadar olan ‘karayolu’ ağırlıklı dönemdir.

Demiryolu ağırlıklı dönem, cumhuriyetin ilanıyla siyasal ve ekonomik bağımsızlık temeline dayanan yeni bir anlayışla büyük bir atılım göstermiş, kısa sürede anayurdu dört baştan demir ağlarla ören yeni hatlar yapılmıştır.

Karayolu ağırlıklı dönemde ise, yabancı uzmanlar Türkiye adına karayolları planlaması yapmışlar ve Türkiye’nin ulaşım politikalarına yön vermişlerdir. Bu zaman diliminde karayolları yapımı en hızlı dönemini yaşamış ve diğer ulaşım sistemleri kendi haline bırakılmıştır.

Osmanlı döneminde yap-işlet modeli ile yabancı sermaye sahiplerince işletilen demiryolları, 24 Mayıs 1924 tarihinde çıkarılan 506 sayılı yasayla devletleştirilmiş, daha sonra 31 Mayıs 1927 tarihinde çıkarılan 1042 sayılı yasayla, katma bütçeli devlet idaresi olarak Devlet Demiryolları ve Limanları İdare-i Umumiyesi adını almıştır. 29 Temmuz 1953 tarihinde çıkarılan 6186 sayılı yasayla, Kamu İktisadi Devlet Teşekkülü haline getirilerek, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları İşletmesi (TCDD) adını almıştır. 1929 yılında Bayındırlık Bakanlığı içinde Şose ve Köprüler Reisliği kurulmuş ve çıkarılan yol kanunu ile karayolu yapım çalışmalarına başlanmıştır. 1 Mart 1950 tarihinde Karayolları Genel Müdürlüğü kurularak, yeni karayolu politikası uygulanmaya konmuştur. Karayolu ağırlıklı dönemden sonra, demiryolu yapımına ara verilmiş ve gelişmiş ülkelerdekinin tam tersine; ülkemizde demiryolları ve denizyollarınınulaşımdaki payı % 40’dan, % 5’e indirilirken, karayollarının payı % 95 seviyelerine çıkartılmıştır.

Buhar lokomotiflerinin 19. yüzyılın başlarında bulunması ile birlikte Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkelerinde demiryolu gündeme gelmiştir. Bu ülkelerde ve çok sonraları Japonya’da saatte 400 km.’den daha fazla hız yapan raylı taşıma araçlarına kadar bu gelişme aralıksız sürdürülmüştür.

Buna karşılık, özellikle son 60 yılda, Türkiye’de bu anlamda demiryolu ulaşımında kayda değer hiçbir gelişme sağlanamamıştır. Çünkü ülke gerçeklerine aykırı bir ulaşım politikası izlenerek, karayolu dayatmacılığı sonucunda, ulaşım sistemleri birbirinin rakibi kılınmıştır. Oysa ulaşım sistemleri birbirinin rakibi değil, tamamlayıcısıdır.

Ulaşım, insanlara ve eşyalara yer ve zaman yararı sağlayan bir hizmettir; sosyal, ekonomik ve kültürel etkinliklerin gerçekleşmesinde olmazsa olmaz bir öğedir. Ulaşım, insanlığı modern ve gelişmiş dünya ekonomisine taşıyan en önemli araçlardan biridir. Ulaşım olmadan insanlığın gelişmesi, ticaretin, teknolojinin gelişip yaygınlaşması mümkün olamaz. İnsan ilişkilerinin ve ülke ekonomilerinin anahtarı ulaşımdır. Ulaşım politikası, ülkelerin ulaşım gereksinmelerinin, kısıtlı kaynaklarını en iyi biçimde değerlendirerek karşılama amacına yönelik olarak, her ulaşım sisteminin, en etkin koşullarda kullanılarak, en uygun ulaşım sistemine varılmasına ışık tutacak ilkeler ve bu ilkelerin gerektirdiği temel eylemler bütünüdür.

Günümüzde insan ulaşımı ve yük taşımacılığı altı ana sistemle gerçekleştirilmektedir.

Bunlar;

karayolu,

demiryolu,

denizyolu-suyolu,

havayolu,

boru hattı,

kablo-bant taşımacılığıdır.

Bu sistemlerden her biri diğerinin tamamlayıcısıdır, asla rakibi değildir. 0-100 km. arasında, karayolu taşımacılığının100-1000 km. arasında demiryolu taşımacılığının, 1000 km.’nin üstündeki uzunluklarda da, havayolu taşımacılığının daha verimli olduğu varsayılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde, bu sistemler arasındaki denge sürekli güncelleştirilmektedir. Türkiye’de, özellikle 1950’li yıllardan sonra, bu tür dengelerin gözetilmediği acı bir gerçektir.

Ulaşım, bir ülkenin gelişmişlik düzeyini saptayabilmek için önemli göstergelerden sayılmaktadır. Eğer yük ve yolcu taşımacılığı karayolu ile demiryolu arasında dengeli bir biçimde paylaşılmışsa, o ülke endüstri devrimini gerçekleştirmiş ve gelişmiştir. Karayolu büyük çapta ağır basıyorsa, o ülke henüz endüstri devrimini gerçekleştirememiştir; çok kullanılan deyimiyle “gelişmektedir.” Birinciye örnek olarak Almanya, Fransa, İngiltere gibi Avrupa ülkeleri, ikinciye örnek ise Türkiye verilebilir.

Türkiye’de 60 yılı aşkın süreden beri emperyalist uygulamalar sonucunda bilimdışı bir ulaşım politikası izlenmektedir. Bunun sonucunda demiryolu yerine karayolu dayatılarak, ulaşım sistemleri birbirinin rakibi kılınmıştır. Bu uygulamalar sonucunda Türkiye’deki durum gelişmiş ülkelerdekinin tam tersine olmuştur; demiryolları ve denizyollarının ulaşımdaki payı % 40’dan %5 ‘e indirilirken, karayollarının payı % 95’lere çıkarılmıştır. ABD’de ulaşım sistemlerinin bütün içindeki dağılımında karayolu % 27, demiryolu % 38 iken, “demiryolu komünist ülkelerin ulaşım sistemi” diyen ufku dar, sağ ve sığ politikacıların ülkeyi yönetmeleri, talihsizlik olarak yorumlanabileceği gibi, ihanet olarak da yorumlamak olanaklıdır.

Ulaşım sistemleri arasındaki dengenin karayolları lehine bozulmasına yol açan yanlış ulaşım politikaları nedeni ile ülkemizde, özellikle ve öncelikle karayolu taşımacılığına önem verilmiş, yatırımına büyük ödenekler ayrılmış, demiryolu ve denizyolu taşımacılığı geri plana itilmiştir. Bunun sonucunda da bugünkü ulaşım ve taşıma krizi doğmuştur. Ulaşım ve taşıma girdilerinin dış kaynaklara bağımlı olarak giderek çoğalması, ekonominin genel dengesini bozmuştur. Dış ticaret açıkları, dış borçlanmayı tahrik etmiş, yatırım ve üretim maliyetlerini arttırmış, fiyat politikalarını olumsuz etkilemiş ve enflasyonu hızlandırmıştır.

Çizelge 1. ABD, Almanya, Fransa, İspanya ve Türkiye’de demiryolu ve karayolu uzunlukları (km).

Ülke Demiryolu Karayolu (otoyol)

A.B.D. 230.000 1.520.000 (90.000)

Almanya 45.000 100.000 (12.000)

Fransa 32.000 41.000 (10.000)

İspanya 15.000 27.000 (13.000)

Türkiye 12.000 65.000 (3.000)

Çizelge 1’den çıkan çarpıcı sonuç şudur: Fransa’da karayollarının uzunluğu, demiryollarının 1,3 katı, İspanya’da 1,8 katı, Almanya’da 2,2 katı iken, bu oran Türkiye’de 5,4’dür. (ABD’nin yüzölçümü, Almanya’nın 27, İspanya’nın 19, Fransa’nın 17, Türkiye’nin 12 katıdır. Bu yüzden karayolu-demiryolu oranı ABD için doğru sonuç vermez.)

Ulaştırma sistemleri arasında görülen bu dengesiz dağılımda, yol ihalelerindeki savurganlık ve çarpıklığın ötesinde, dış kaynaklı akaryakıt alımlarında izlenen dışa bağımlılığı arttırıcı tutum ve politikaların da etkisi büyüktür. Bütün bu olumsuzluklar, yukarıda da anıldığı gibi “demiryolunun komünist ülkelerin ulaşım sistemi” olduğu hakkındaki yanlış, dayanaksız, haksız ve gülünç benzetmelerle gölgelenmek istenmiştir.

Ulusal bir sorun niteliği taşıyan ulaşım politikası, insan ve yük taşımacılığını amaçlayan kitle taşımacılığını değil, araç taşımacılığını esas alan yüksek maliyet ve kaza riskli karayollarına dayandırılmıştır. Enerji, çevre ve maliyet açısından, gelişimi tüm dünyada desteklenen demiryollarına gereken önem, kasıtlı olarak verilmemiştir.

Türkiye’de yıllardır karayollarına, demiryollarına oranla çok daha fazla ödenek verilmiştir. Karayolları yatırımlarının ulaşım sektörü içindeki payı ortalama % 64 seviyesindeyken, demiryollarının payı ise ortalama % 17 seviyesindedir. Karayollarına, demiryoluna oranla 3.8 kat daha fazla yatırım yapılmıştır.

Gelişmiş ülkelerde kentler arası insan ulaşımı ve yük taşımacılığı, çok büyük oranda demiryollarıyla yapılmaktadır. Çünkü;

* 2x2 şeritli bir otoyolun yapım maliyeti ile 400 km. hız yapabilen bir demiryolu geçkisinin yapım maliyeti yaklaşık eşit düzeydedir. Ancak otoyolda tünel ve viyadük olması durumunda maliyet katlanarak artmaktadır.

* 2x3 şeritli 1 km. otoyolun yapım maliyeti, 1 km. çift hatlı ve sinyalizasyonlu demiryoluna göre, yaklaşık 6 kat daha fazladır.

* Tünel ve viyadük olmadığı durumlarda, başka bir anlatımla toprak işleri ile ilerlendiğinde (düz arazide), 1 km. demiryolu 1.4 milyon dolara yapılırken, 1 km. 2x3 şeritli bir otoyol ise, 8 milyon dolara yapılmaktadır.4

* 1 km. 2x2 bölünmüş yol-duble yol (hız yolu - expressway) düz arazide, 2.4 milyon dolara yapılmaktadır.

* Karayolları, demiryolu taşımacılığına göre, 10 kat daha fazla yakıt tüketmektedir.5

* Yolcu taşımacılığında demiryolları, karayollarından 12 kat daha ucuzdur.5

* Demiryolu taşımacılığı diğer ulaşım sistemlerine göre çok daha süratli (havayolu dışında), konforlu, güvenli ve ekonomiktir.

* Demiryolu taşımacılığı doğal çevrenin korunmasında en uygun sistemdir; daha fazla sayıda yolcu taşıması nedeniyle nüfus yoğunluğu fazla olan bölgelerde en iyi ulaşım sistemidir.

* Demiryolu taşımacılığı gürültü düzeyi en düşük araç türüdür.

* Demiryolu taşımacılığı tüketilen enerjide büyük tasarruf sağlar.

* Demiryolu taşımacılığı trafik kazaları ve bu kazalarda yaşanan kayıplar açısından, en düşük verilere sahiptir.

Ulaşım sistemlerinin ve ülkenin koşullarına göre en uygun karışımın ne olduğunun saptanması ve buna nasıl erişileceği hesaplanmalıdır. Bu nedenle sistemlerin niteliklerine bakmak yeterli olacaktır. Aşağıdaki çizelgelerde karakteristiği en uygun olan sistem ‘1’ ile en uygunsuz olan ise ‘4’ ile (Çizelge 3’de 5) değerlendirilmiştir. Buna göre değerlendirmelerin toplamında en yüksek puanı alan sistem, en verimsiz, pahalı, çok enerji tüketen, hareket esnekliği, hız ve taşıma gücü yönünden ortalama değer olarak, en az tercih edilmesi gereken sistemdir.

Çizelge 2. Yolcu taşıması açısından ulaşım sistemlerinin nitelikleri.

Sistem Yapım Maliyeti Enerji Tüketimi Hareket Esnekliği Hız Taşıma Gücü* Toplam

Demiryolu 3 1 2 2 1 9

Karayolu** 4 3 1 3 3 14

Denizyolu 1 2 3 4 2 12

Havayolu 2 4 4 1 4 15

* : Bir birim yolcu için kullanılan enerji.

** : 2x2 otoyol.

Çizelge 3. Yük taşıması açısından ulaşım sistemlerinin nitelikleri.

Sistem Yapım Maliyeti Enerji Tüketimi Hareket Esnekliği Hız Taşıma Gücü* Toplam

Demiryolu 4 3 2 2 3 14

Karayolu** 5 4 1 4 4 18

Denizyolu 1 1 3 5 1 11

Havayolu 2 5 4 1 5 17

Boru Hattı 3 2 5 3 2 15

* : Bir birim yük için kullanılan enerji.

** : 2x2 otoyol.

Yukarıdaki çizelgenin Türkiye otoyollarından bir örnekle irdelenmesinden şu sonuca varmak olasıdır: Çukurova-Pozantı otoyolunda trafiğin % 60’ını kamyon ve çekici araçlar oluşturmaktadır. Oysa otoyollar hız ve konfor yolu olup, sadece yolcu taşımacılığı için yapılmıştır.

Ülkemizde Cumhuriyetten önce 4.559 km.’lik demiryolu ağı bulunmaktaydı. Bu demiryolu ağı, 2012 yılı sonunda 7.449 km. artarak toplam 12.008 km. olmuştur. Yaklaşık 90 yılda artan bu 7.449 km. demiryolunun 3.741 km.si 1923 ile 1950 yılları arasında, yani 27 yılda, 3.708 km. si ise 1950 ile 2012 yılları arasında, yani 62 yılda yapılmıştır. Cumhuriyetten sonra 27 yılda yapılan demiryolu ile 62 yılda yapılan demiryolu birbirine eşittir. Bu durumu şu şekilde açıklayabiliriz; ABD’nin ülkemizi kuşatmasından sonraki yaklaşık 60 yıllık süreçte demiryolundan vazgeçilerek karayolu yapımına ağırlık verilmiştir. Bunun sonucunda, demiryolları kaderine terk edilmiştir. Bugün teknik ömrünü doldurmuş trenler ve demiryolları yüzünden yük taşımada ortalama 40 kilometre, yolcu taşımada ise en fazla 60 kilometre hız yapılabilmektedir. Günümüzde Yüksek Hızlı Tren (YHT) hattı olarak sadece 888 kilometrelik bir ağ mevcuttur. Üstelik sadece adı YHT’dir, yüksek hızlı değildir, sadece hızlıdır. Bu zihniyetin 22 Temmuz 2004 yılında Sakarya Pamukova’daki “hızlandırılmış tren” (böyle bir ifade literatürde bulunmamaktadır ve buna ‘hızlı tren’ demek olanaksızdır) kazası yaşanmıştır.

300 yıldır dünyayı sömüren ve yöneten emperyalizmi, ilk kez yenerek kurulan ülkemizde, ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra, yabancı devletlerle ikili anlaşmalar yapılmaya başlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili hayata geçen Türkiye için, ABD tarafından yürütülecek yardım programlarının koşullarını ve hangi projelerin uygulanacağının saptanması açısından çeşitli raporlar hazırlanmıştır.Hazırlanan bu raporlar, Türkiye ekonomisi üzerindeki ABD baskısının ve Türkiye’nin kalkınmasında ABD görüşlerinin egemenliğinin tipik ve temel belgelerini oluşturmuştur. Bu raporlar Dorr, Hilts, Barker ve Thournburg olarak adlandırılmıştır.

Atatürk döneminde rafa kaldırılan 1800 sayfalık Dorr Raporu, 1945 yılından sonra yeniden gündeme getirildi ve uygulandı. Bazı hükümet üyeleri Dorr Raporunun kendileri için kutsal kitap olduğunu söylemekten çekinmemişlerdir. Raporda, Türkiye’nin ağır sanayi yatırımlarını bırakarak, tarım ürünlerine yönelmesi istenmiştir. 1945 yılından sonra motor ve ağır sanayi yatırımlarından vazgeçilmiş ve bu yöndeki eğilimler resmi politikadan çıkarılmıştır.

Hilts Raporu, 1948 yılında ABD Federal Karayolları Örgütü Genel Müdür Yardımcısı Hilts’in başkanlığındakiheyetin ülkemize gelip incelemesiyle hazırladığı rapordur. Türk Devleti 1948

yılında Amerika Birleşik Devletleri'ndenulaşımla ilgili bir rapor istemiştir. Hazırlanan Hilts raporunda yatırım önceliğinin karayolu yapımına verilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bunun için Bayındırlık Bakanlığı’na bağlı olarak Yollar Genel Müdürlüğü’nün kurulması istenilmektedir. Raporda karayolu taşımacılığının demiryoluna kıyasla daha ucuz bir taşımacılık olduğu iddia edilmektedir ve Türkiye’nin 35.000 km. lik karayoluna gereksinimi olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca teknisyen yetiştirmek üzere ABD yollar idaresine personel gönderilmesi önerilmekte ve ABD yardım makineleriyle yol yapımında, ABD’li müteahhitlerle çalışılması öngörülmektedir.

Dünya Bankası raporu olarak bilinen ve heyetin başkanı James Barker’ın adını taşıyan Barker Raporu, 1949 yılında Türkiye’nin talebi üzerine gelip inceleme yapan heyetin hazırladığı rapordur. Barker raporunda önce tarımsal kalkınmanın olması vurgulanmaktadır. Daha sonra gıda işleme, hafif metal işleri, hafif makine ve alet üretimi, inşaat malzemeleri ve deri işlemesine ağırlık verilmesi görüşü savunulmaktadır. Tarımsal hafif sanayiye önem verilmesinin gerekliliği vurgulanırken, modern sanayi grubunda uçak motoru ve mensucat fabrikaları kurulmasına şiddetle karşı çıkılmaktadır. Ağır makine ve metal işleri endüstrisi, ağır kimya endüstrisi gibi sektörlere girilmemesi önerilmektedir.Yeni demiryolu yatırımlarına gerek olmadığı, KİT’ler ve madenlerin özelleştirilmeleri vurgulanmaktadır.

Thournburg Raporu, 1950 tarihinde bir ABD petrol şirketinin yöneticisi Max Weston Thournburg tarafından hazırlanmıştır. Thournburg, hür girişimin engellendiği ve yaşatılamadığı için serbest piyasayı öne çıkararak, devletçi uygulamaları ağır bir dille eleştirmiştir. Aynen Hilts gibi karayoluna öncelik vererek, tarımda ilerlenmesini savunmuştur. Ağır sanayi hamleleri yerine hafif sanayi, tüketim mallarına dönük sanayiye ağırlık verilmesini tavsiye etmiştir. Lokomotif ve traktör üretimi için talep edilen krediye de, Thournburg şiddetle karşı çıkmaktadır. Bunun yerine daha ucuz olarak ithalata gidilmesi önerilmektedir. Sanayileşme çabasına kendi gerekçeleriyle şiddetle karşı çıkan Thournburg, karayolları yatırımları, tarımsal büyüme, özel girişime dayalı ihracat temelli madencilik, hafif sanayi ve tüketim mallarına yönelik yatırımları öngörmektedir. Bu konuda ABD’nin hem yardımlarına gereksinim duyulduğu belirtilmekte, hem de iş tecrübesinden yararlanılması tavsiye edilmektedir.

Hazırlanan bu dört raporda Türkiye’nin kalkınma sürecini 1930 öncesi dönemine döndürmek niyeti vardır. Ayrıca varolan kaynakların etkin kullanımı çerçevesinde Türkiye’nin tarımsal üretime ağırlık vererek, sanayileşme çabasından vazgeçmesi öngörülmüştür. İşte emperyalizmin dayattığı bu süreçler demiryolunun, karayolunun gerisinde kaldığı sürecin başlangıcı olmuştur.

Buna ilaveten aynı zamanda 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı ekonomik yardım paketi olan Marshall Planı da uygulamaya konulmuştur. Bu proje ile aralarında Türkiye’nin de bulunduğu on altı ülke, ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. Türkiye’nin aldığı Marshall Planı aracılığıyla montaja yönelik otomotiv sanayisi körüklenmiştir,Daha sonra karayolu projeleri dayatılarak, ülkemizdeki ulaşım politikaları değiştirilmeye başlanmıştır. 1950’li yıllarda Truman Doktrini çerçevesinde Marshall Planı’ndan sağlanan makinelerle, makineli yol yapımına geçilmiştir. Bu yıllardan sonra, karayolunun taşımacılıktaki payı %40’lardan, %95’e çıkmıştır. 1950’li yıllara kadar demir ağlarla örülmeye başlanan ülkemiz, bundan sonra karayollarıyla soyulmaya başlanmıştır.

Yapılan karayollarında ise dünya standartlarına uyulmadığı gözlemlenmiştir. Politik tercihlerin, bilimsel gerekliliğin önüne geçirildiği Türkiye’de, makineli yol yapım döneminde düzgeçiş (transit) yol olgusu gerçek anlamda kavranamamıştır. Küçük yerleşim alanlarının içerisinden geçebilmek ya da geçmiş olan yolu korumak için, yolların gereksiz yere uzatıldığı ve standartlarının düşürüldüğü açık olarak günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.

Aynı şekilde otoyol dönemi olarak anılan 1980 sonrası projelerde de, benzer hatalı yaklaşımlar, bilimsel gerçekler göz ardı edilerek sürdürülmüştür. Üstelik kıyı ve ovaların geri kazanılması ve ormanların korunmasıyla ilgili anayasanın 43, 44, 45 ve 169. maddeleri de açıkça çiğnenmiştir. Bu projelerde;

* Var olan düşük kotların yerine yüksek kotların seçilmesinin,

* Göreceli olarak daha duraylı (sağlam) alanlar varken, duraysız alanların seçilmesinin,

* Gereksiz şekilde daha uzun geçkilerin seçilmesinin,

* Geometrik standartların düşürülmesinin,

* Güncelliğini koruyan ana fay kuşakları boyunca geçki yerleştirilmesinin,

* Yapım ve işletme maliyetlerinin gereksiz yere arttırılmasının

olumsuz etkileri açıkça görülmektedir.

Ankara-İstanbul arasında yapılan otoyolda, bin yıllık İpek Yolu geçkisi olan Temelli-Beypazarı-Mudurnu-Akyazı geçkisi yerine, 250 km. si Kuzey Anadolu Fayı boyunca yerleştirilen Kızılcahamam-Gerede-Bolu-Düzce-Akyazı-Kocaeligeçkisinin seçilmesiyle, yukarıdaki tüm bu olumsuzluklar yapılmıştır.

Karayoluna ağırlık verilince, demiryolları kendi kaderine bırakılmıştır. Yeni demiryolu yapımı ile mevcut demiryollarının iyileştirilmesi için yeterli ödenek ayrılmamış ve böylece demiryollarına yatırımlar en alt düzeye indirilmiştir.

Batı ülkeleri; ileri teknolojiye geçerken, her sektörde olduğu gibi ulaşım sektöründe de, eski teknolojilerini Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere satmışlardır. Bu eski teknoloji satışı, 1970’li yıllarda buharlı lokomotiflerden, dizel lokomotiflere geçilmesinde açık olarak görülmüştür. Buharlı lokomotiflerden, doğrudan elektrikli lokomotiflere geçme şansına sahip olan Türkiye, elektrifikasyona harcayacağı kaynağın birkaç katını; dizelizasyonun özelliği nedeniyle akaryakıt, yedek parça, tamir, bakım ve eğitim giderleri olarak harcamıştır. Bu yaklaşım, demiryolu sektöründe Türkiye’de yapılan en büyük yanlışlıklardan biridir.

Batı ülkeleri dizel trenden, elektrikli trene geçerken, ellerindeki dizel trenleri bizim gibi ülkelere pazarladılar. Aynı şekilde hızlı trene geçerken, ellerindeki elektrikli trenleri bizim gibi ülkelere sattılar. Şimdi batı ülkeleri yüksek hızlı trenlerle seyahat ederken, hızlı tren teknolojilerinin bir kısmı bizim gibi ülkelere gönderilmektedir. Bugün demiryolu ulaşımımızın % 75’i tek hat üzerinden sağlanmaktadır.Mevcut hatların % 21’i elektriklidir ve % 33’ü sinyalizasyona sahiptir. Türkiye’nin ivedi olarak elektrikli tren işletmeciliğinegeçmesi durumunda, ulusal çıkarlar açısından çok büyük faydalar sağlanacağı kaçınılmazdır. Bugün için elektrik enerjisinden yararlanarak ulaşım yapabilen başlıca sistem demiryoludur. Bunun için akaryakıtta dışa bağımlı olan Türkiye’nin, akaryakıta bağlı ulaşım sistemini bırakması gerekmektedir.

Avrupa Birliği ülkelerinde, demiryollarındaortalama hız saatte 300 km. seviyesinde ve ulaşımda demiryolunun payı % 30’lar seviyesindedir. Bu ülkelerde, demiryollarının ortalama

hızını saatte 500 km. ye çıkartmak için aerotren (hava treni) ve maglev (manyetik kaldırma) trenleri ile yoğun çalışmalar yapılmaktadır. Günümüzde Japonya ‘Shinkansen’ ile yüksek hızlı trende 600 km. hıza ulaşmıştır. Fransa ‘Yüksek Hızlı Tren (TGV) ile 578 km. hıza ulaşmıştır. Japonya hızlı tren projesine 1957, Fransa 1967 yılında başlamış ve bugün ortalama 400 km. hıza ulaşmışlardır.

İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya hızlı tren hattının kilometresini 2 milyon Euro’ya mal ederek, 500 km. hız limitini yakalamışlardır. Türkiye ise, Fransa’nın 1972 yılında terk ettiği eskimiş teknolojisi ile inşa ettirdiği ve 250 km. hıza ulaşılabilen (ortalama hız 170 km.) hattın km. sini 3 milyon Euro’ya mal etmiştir.

Bugün yapılan bir hesaba göre, yalnız yük taşımacılığında demiryolunun payı % 30’a çıkarılabilse, yaklaşık 10 milyon m3 petrol tasarrufu sağlanabilecek ve Türkiye ortalama 50 milyar dolarlık bir kayıptan kurtulabilecektir.

Türkiye’de toplam enerjinin % 22’si ulaştırma sektöründe tüketilmektedir. Bunun % 82’si karayoluna, % 2’si demiryoluna, % 2’si denizyoluna ve % 14’ü havayoluna aittir. Toplam enerjinin % 82’sini tüketen karayolu ulaşımının taşımadaki payı % 95 iken, toplam enerjinin % 2’sini tüketen demiryolu ulaşımının taşımadaki payı % 4 olmuştur. Türkiye’nin akaryakıtta dışa bağımlılık oranının % 90 olduğu düşünüldüğünde,ciddi bir ulaşım politikası değişikliğinin zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’de, öncelikle karayolu ile demiryolu arasında denge sağlamalıdır. Bugün ulaşımdaki % 95 karayolu, % 4 demiryolu arasındaki farkın, demiryolu lehine iyileştirilmesi gerekir. Bunun için yatırımların iyi planlanması, mevcut altyapının yenilenmesi, petrole dayalı yakıt kullanımından kaçınılması gerekmektedir. Gerçek bilimsel bir yaklaşımla, gerek kent içi, gerek kent dışı ulaşımı çözmek olanaklıdır. Ulusal projelerle, yurtsever insanların önderliğinde bunların hepsini başarmak mümkündür.

Emperyalizmin oyuncağı olarak yönetilen bir ülkeden, ulusal projeler beklemek hayal olur. Emperyalizm sömürü yapmak için, ulusal sanayi, yerli üretim gibi isteklere karşıdır. Eğer ülkenin yöneticilerinde yurtseverlik yoksa, emperyalizmin maşası olarak, sürekli sömürülen, sürekli yoksullaşan ve gittikçe ulusal değerleri bitirilen bir topluma dönüşürsünüz. İşte bu yüzden ulusal projeler çok önemlidir.

Ülkemizin öncelikli ulusal projeleri arasında bulunması gereken Temelli-Beypazarı-Mudurnu-Akyazı geçkisi kullanılarak, Ankara-İstanbul arasında çift hat, 400 km. uzunluğunda elektrikli demiryolu yapılarak, bu iki kenti 75 dakikada gidilecek gerçek ve bilimsel bir yüksek hızlı tren projesi yer almalıdır. Yoksa siyasi iktidarın yaptığı gibi hızlandırılmış tren ya da yüksek hızlı tren adını verdiği, bilimsellikten uzak, göz boyayan projelerle emperyalizme olan bağımız artarak sürer. Bu durum ise sürekli yoksulluk ve ekonomik kriz demektir. Türkiye gibi kalkınma sürecinde olan ülkelerde, ulaşımda öncelik; otoyol ya da günümüzde moda olan bölünmüş yol (duble yol) yerine, kesinlikle demiryoluna verilmelidir.

Türkiye gibi, kaynak sorununun büyük boyutlara ulaştığı gelişmekte olan ekonomilerde, dengeli, kararlı, kapsamlı, ileriye dönük, daha az dışa bağımlı, ülkenin stratejik konumuna ve koşullarına uygun ve ekonomik olan Ulusal Ulaşım Planı yapılmalıdır. Yapılması gereken
Ulusal Ulaşım Planı’nın temel ilkelerini de şöyle sıralamak olanaklıdır:

* Ülkeye alt yapı maliyeti düşük olmalı,

* İşletme, bakım ve onarım maliyeti en az olmalı,

* En az enerji bağımlılığı yaratmalı ve az enerji tüketmeli,

* Denizyolu ve demiryolu gibi geri dönüşümlü enerji kaynakları kullanabilen ulaşım sistemleri özendirilmeli,

* Yüksek hız ve konforlu yolculukta güvenli ulaşımı sağlamalı,

* Çevreyi tahrip etmemeli,

* Sosyal amacı bulunmalı,

* Bütünleşmeye elverişli, yani birbirine rakip olmayıp tamamlayıcı olmalı,

* Kentler arası yolculuğu, kent içi yolculukla bütünleştirebilmelidir.

Atatürk zamanında demir ağlarla örülen Türkiye’de, sosyal ve toplumsal devrimlerin yanı sıra, kalkınma planları, sanayi planları, şeker fabrikaları, basma fabrikaları, Sümerbank ve Etibank ile kalkınma hamleleri başlatılmıştır. 1929-1939 yılları arasında bütün dünyada sanayi üretimi % 19 artarken, Türkiye Cumhuriyeti’nde % 96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı % 5 seviyesindeyken, Türkiye’de % 10 olmuştur. Bugün siyasi iktidar, ülkemizi her konuda örümcek ağlarıyla örerek, ortaçağ karanlığına doğru sürüklemek çabası içindedir. Atatürk döneminin demir ağları tam bağımsızlığı ve emperyalizm karşıtlığını simgeliyordu. Bugünün örümcek ağları ise, emperyalizmin kuklasıdır ve karanlıkların maşasıdır. Ancak ne olursa olsun, Mustafa Kemal Atatürk’ün gençleri, 90 yıl sonra emperyalizme yine hak ettiği yanıtı vereceklerdir. Bunu tüm dünyanın bilmesi gerekmektedir.



KAYNAK:  Banu AVAR facebook.com